KIZ KULESİ VE GALATA KULESİNİN AŞKI

Hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama Galata Kulesinin tepesinde belirli bir ritme sahip değilmiş gibi gözüken kırmızı bir ışık yanıp söner. Meğersem o yanıp sönmeler büyük bir Aşk hikayesini gizlermiş o kalp atışlarında.

Boğazın durgun, bazen ise daha az durgun sularında süzülen zarif Kız Kulesi, İstanbul’un kalbine yerleşmiş yalnız bir inci gibi parıldar. Onun karşısında ise şehrin manzarasına yukarıdan hükmeden, tüm ihtişamı ve asaletiyle dimdik duran Galata Kulesi vardır.

Rivayete göre, Galata Kulesi’nin güçlü duruşu ve Kız Kulesi’nin büyüleyici zarafeti arasında karşı konulamaz bir bağ oluşur. Ancak bu iki kule, İstanbul Boğazı’nın ayırdığı iki yakada yer aldıkları için birbirlerine ulaşamazlar. Mesafelerin ayırdığı bu aşk, Galata Kulesi’nin yüzyıllar boyunca Kız Kulesi’ne yazdığı mektuplar ve şiirlerle beslenir.

Bir gün, Galata Kulesi’nin zirvesine çıkan Hezarfen Ahmed Çelebi, kulelerin aşkını duyduğunda dayanamaz ve Galata’dan Üsküdar’a uçmaya karar verir. Yanında yıllardır saklanan mektupları da götürür. Çelebi’nin uçuşu sırasında rüzgar bu mektupları savursa da dalgalar onları Kız Kulesi’ne ulaştırır. Mektupları okuyan Kız Kulesi, Galata Kulesi’nin duyduğu derin sevgiyi hisseder.

Bu imkansız aşk, onları daha da güzelleştirir ve nesilden nesle anlatılan bir efsaneye dönüşür. Kavuşamamış olsalar da, birbirlerine duydukları sevgiyi her gece renkli ışıklarıyla ifade ederler; ve mors alfabesiyle birbirlerine “seni seviyorum” diye sessizce seslenmişlerdir. İstanbul’un güzelliğine anlam katan bu hikaye, kulelerin aşkını ölümsüzleştirir. 

Bu kadar güzel, romantik ve duygusal bir hikaye Venedik veya Paris’te ortaya çıkmış olsaydı, bütün dünya bunu öğrenir ve akın akın insanlar burada aşk tazelemeye veya evlenme teklifleri yapmak için ziyaret ederlerdi. Ancak kendi ülkemizde ortaya çıkmış olan bu güzel hikayeyi pek az kişi bilir.

Maalesef bu güzel hikayeyle değil, çok tehlikeli bir projeyle adımızdan söz ettiriyoruz yine. Yine bütün dünya bizi konuşacak, ancak bu işten nemalanacak avuç kadar yabancı ve Türk beyaz yakalı dışında kimseye bir hayrı olmayan, Kanal İstanbul Projesi başımıza büyük belalar açacakmış gibi gözüküyor.

Aşağıda belirteceğim Ekolojik sıkıntılar mutlaka göz önünde bulundurularak ele alınmalıdır. Doğa ile şaka olmaz!
Bu proje bir şehrin tüm elementlerini ( su, toprak, hava, ateş ) birbirine karıştaracak çok kritik ve açgözlülüğün gözleri kör etmiş bir fikirden ibaret.

Kanal İstanbul projesi, çevresel, ekonomik ve sosyal açıdan pek çok tartışmayı yıllardır beraberinde getirmiştir. Bu tartışmaların temelinde, projenin oluşturabileceği çeşitli riskler ve etkiler yatmaktadır:

Çevresel Etkiler ve Su Kaynakları: Proje, Marmara Denizi ile Karadeniz arasındaki ekosistemde ciddi bozulmalara yol açacaktır. Marmara Denizi’nde oksijen seviyesinin düşmesi, deniz yaşamını tehlikeye sokarken; kanalın inşası, İstanbul’un hayati öneme sahip yeraltı su kaynaklarını tehdit ederek su kıtlığı riskini arttıracaktır.

Deprem Riski: Kanal İstanbul, aktif fay hatlarına yakın bir bölgede yer alıyor. Zaten kaçak yapı ve binaların yerle bir ettiği güzel memleketimizi, olası bir depremde ciddi güvenlik riskleri oluşturacaktır. Bunun sorumluluğunu kim hangi yüzle üzerine alacaktır? 

Ekonomik Yük: Projenin maliyetinin astronomik yükseklikte olması, bu kaynakların kentsel dönüşüm ve altyapı gibi daha öncelikli alanlarda kullanılabileceği yönünde eleştirileri beraberinde getiriyor.

Montrö Sözleşmesi ve Stratejik Avantajlar: Ayrıca, projenin Montrö Boğazlar Sözleşmesi üzerinde etkili olma ihtimali ve Türkiye’nin bu anlaşma kapsamında sahip olduğu stratejik avantajları da kaybedebileceği varsayımı tartışmaların önemli bir boyutunu oluşturuyor.

“ Kanal İstanbul’un en önemli olumsuz etkileri ekosistemler ve canlı türleri üzerine olacaktır. Proje alanında deniz, göl, dere, bataklık, kumul, sazlık, orman, tarım, mera, maki, kayalık gibi ekosistemler yer almakta ve bu ekosistemler çok sayıda habitat içermektedir. Ekosistem çeşitliliği içinde endemik olan 14 tür, BERN Sözleşmesi’nin Ek II Listesinde yer alan 119 tür, Ek III listesinde yer alan 76 tür bulunmaktadır. ÇED Raporu’nun ekosistemler ve canlılarla ilgili bölümleri incelendiğinde mevcut olan birçok eksiklik içinde en önemlisi proje etki alanın ekolojik olarak belirlenmemiş olmasıdır. Proje etki alanı kentsel rezerv alanı sınırları dikkate alınarak belirlenmiştir, hâlbuki tüm Marmara Bölgesi’ni içerecek şekilde ele alınması gerekmektedir. ÇED raporunda canlı türlerinin envanteri içinde dar tutulan etki alanında çalışılmış ancak flora ve fauna envanteri için tüm alan gezilmemiş, sadece örnek alanlarda gözlem ve ölçüm yapılmıştır. Bunun sonucu olarak flora ve fauna envanterleri ile etki alanında bulunabilecek türlerin tamamı belirlenememiş, olumsuz etkilerin giderilmesi için alınması gereken tedbirler de yetersiz kalmıştır.”

Kaynak: https://kanal.istanbul/ana-sayfa/isin-asli-ne/iklim-ve-cevre/

Lütfen yukarıda verdiğim kaynaktan konuyu inceleyiniz, çünkü bizlere çarpık yansıtılan ve aslı örtbas edilen çok fazla hikaye var bu işin içinde. Bu proje sadece İstanbul’u değil tüm ülkemizi etkileyecek bir çılgınlık.

Şimdi bakıyoruz, nerden nereye diye.
Muhteşem zarif bir Aşk hikayesine ilham olmuş topraklar ve sular, bugün art niyetle tasarlanan yıkıcı bir fikire ev sahipliği etmek zorunda kalıyor. Buna ses çıkarmayanlar ve destekleyenler ülkeyi falan değil, kendi ceplerini düşünen fırsatçılardan başka bir şey değiller.

Vicdanen insanın bu projenin olumlu ve olumsuz etkilerini bir teraziye koyup, öyle karar vermeleri çok önemlidir.
Biliyorsunuz, Kelebek etkisi diye bir şey vardır. En ufak ve gereksiz gözüken canlı bile ortadan yok olsa, çok büyük yıkımlara sebep olabilir.

Örneğin Kurtlar.
Geçenlerde güzel bir makale okumuştum, orada bu denge olayı ve etkileşim çok net bir şekilde anlatılıyordu.


Kurtlar sağlıklı bir ekosistemde kritik bir kilit taşı türdür. Kilit taşı türler her zaman olmasa da genellikle kurt gibi bir yırtıcılardır. Sayıca avlarından çok daha fazla olan yırtıcılar, çok sayıda av türünün dağılımını, nüfusunu ve davranışını kontrol edebilir.

Kurtlar, av hareketlerini, tarama düzenlerini ve yiyecek arama davranışlarını değiştirerek (predasyon riski etkileri), bitki ve ağaç rejenerasyonu üzerinde dolaylı bir etkiye sahiptir. Bu bağlamda, kurtlar hayvanlar ve bitkiler arasında “trofik çağlayan” olarak bilinen bir olgu olan damlama etkisine sahiptir. Bir ekosistemde mevcut olduklarında kurtların ağaçları, nehirleri, ötücü kuşları, kunduzları, balıkları ve hatta kelebekleri dolaylı olarak etkilediği kaydedilmiştir.

Kurtlar gibi yırtıcılar olmadan sistem doğal biyo-çeşitlilik seviyesini destekleyemez ve varlığını tamamen yitirebilir. Bu nedenle kilit taşı türlerin korunması ve yaşatılması, içinde bulundukları ekosistemlerin tarihi yapı ve işlevlerinin sürdürülmesi için elzemdir.

Kurtlar gibi, türleri insanların keyfi avlanma veya başka şekillerde varlıklarını tehdit etmeleri sonucunda yaşanabilecek çok çok fazla risk var.
Arıların yok olmasıyla ilgili tehdidi az çok herkes duymuştur ve biliyordur tabi.

Kısaca hatırlatalım:

Arıların tozlaşma görevini yapamaması demek bitkilerin çoğalamaması, ağaçların gelişememesi ve meyve vermemesi demek. Belli bir süre sonra otçul hayvanlar ortadan kalkmaya başlayacak çünkü yiyecek bir şey bulamayacak. Otçullar azaldığı için etçiller de azalmaya başlayacak ve bu sayede dünyadaki besin zinciri bozulacak.

Bu işler gündemimize oturmuşken, ve devamlı bir şeyleri unutturmak için suni gündemler oluşturulurken, kaç kez kendinizi bir soru sormaktan veya karşı çıkmak istediğiniz bir konu hakkında konuşmaktan çekinirken buldunuz?
Çoğunlukla, çevremizdeki insanların eleştirilerinden kaçınmak için veya ülkemizde artık zirve yapmış “düşünce suçundan” yargılanmamak için sessiz kalmayı tercih ediyoruz. Bu da fikirlerimizi, sorularımızı, kaygılarımızı ve en önemlisi hatalarımızı paylaşmaktan çekinmemize neden oluyor. Bu durum, bireylerin özgürce kendileri olamadığı ve kendilerini ifade ederken rahat hissedemedikleri bir ortam, yani psikolojik güvenlik eksikliği olarak tanımlanıyor. Köreliyoruz ve yaratıcılığımız eriyip gidiyor.

Hepimiz hayatımızda bir şeyleri başarmak isteriz. Hepimizin belirlediği ama çoğu zaman unuttuğu hedefleri vardır. Peki ama bir şeyi gerçekten başarmak için ne gerekir? 

Geçmişte bazı hedefler belirlediyseniz ve bunları gerçekleştiremediyseniz, bunun bir nedeni vardır.
Artık öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, çoğumuz neye nasıl odaklanacağımızı bile şaşırmış durumdayız.

Tıpkı ekosistemdeki kelebek etkisi gibi, hayallerimize ulaşacak maddi manevi güç gün geçtikçe hayatımızdan çekiliyor sanki.

Sessiz bir teslimiyetle ellerimizi havaya kaldırmamızın bir nedeni var. Bu sancı sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada var aslında.
Çoğumuz sadece bir şey istiyoruz ve onu şimdi istiyoruz; onun için yorulmadan çalışmak zorunda kalmak istemiyoruz.

Peki, bir şeyi sadece istediğimizi söylemekten, gerçekleri takip etmeye ve aklımıza koyduğumuz her şeyi başarmaya nasıl geçebiliriz?

Bu kaosun içinde bu neredeyse imkansız gibi gözüküyor maalesef.

Artık bu çalkantılı suların durulması lazım diye düşünsekte, bu yeni çağa daha yeni girdik ve bu çalkantılar bir çoğumuzu yutup götürecek ancak olaylara ve hayata sadece siyah ve beyaz olarak bakmayanlar ve olasılıkların her rengini görebilenler aklı selim bir yaşam sürdürebileceklerdir.

Baktığınız renkler bol olsun

Araştırma ve makale bana aittir

A.Emine Altındal

Bir yanıt yazın